4 Mayıs 1937'de Bakanlar Kurulu'nun aldığı kararla Dersim (Tunceli) ilinde devlet eliyle yürütülen askerî operasyon sonucunda binlerce insan yaşamını yitirdi. Bu Alevi kırımında çoğunluğu çocuk yaşta binlerce kadın kayboldu. Kent nüfusunun neredeyse tamamı zorunlu göçe tâbi tutuldu. Göçe bağlı olarak ölenlerin sayısı ise tam olarak bilinmiyor bile. Üstünden yıllar geçse de Dersim katliamı Cumhuriyet tarihinin en karanlık ve kanlı sayfalarından birisi olmaya devam ediyor.
Osmanlı’nın son döneminden itibaren merkezî, despot ve feodal sisteme karşı sayısız kez ayaklanan Dersim halkı Cumhuriyetin ilanıyla kendilerine tanınacağı iddia olunan ekonomik sosyal ve siyasi hakların verilmeyeceğini anladıktan sonra büyük bir direniş dalgası başlatmıştı. Meclis tutanaklarına da yansıdığı üzere dönemin İçişleri Bakanlarından Şükrü Kaya başta olmak üzere çeşitli bürokratlar Dersimliler'in tarih boyunca hep otoriteye isyan ettiğini, artık onlara esaslı bir ders vermenin vaktinin geldiğini söylemişlerdir. Yine dönemin en etkili isimlerinden Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak da, Dersimliler'in “okşanmakla” kazanılamayacağını, silahlı kuvvetlerin müdahalesinin Dersimli'ye daha çok etki edeceğini söylemiştir.
Katliam gerekçesi: Tek din, tek dil
Bu bakış açısıyla gelişen katliam, bugün AKP eliyle de sürdürülen “tek din, tek dil” şoven politikasının yansımasıdır. Genç cumhuriyet daha ilk yıllarında Kürtlerle, Ermenilerle, Alevilerle ve diğer tüm etnik ve inançsal topluluklarla bir arada yaşama olanağına kapıları kapatmış; bölgenin hem ekonomik, hem de sosyal kültürel gelişimine bilinçli olarak engel olmuştur. Devletçi tezlerde Dersim’in ısrarla bir aşiretler kavgasına indirgenmesine rağmen, yine bölgedeki feodal ağalık düzeninin uzun yıllar sürdürülmesi bizzat devlet tarafından bilinçli bir şekilde sürdürülmüş ve teşvik edilmiştir.
Özrümüz devrim olacak!
Bu hâliyle 1930’lu yılların ortalarından itibaren Dersim’de yaşananlar sadece bir bölgemizde yaşayan halkın veya etnik topluluğun meselesi olmayıp bütün ülkenin geleceğini derinden etkileyen sonuçlar doğurmuştur. Dünün ve bugünün egemenleri arasında çeşitli görüş ve değerlendirme farkları olsa da, yurttaşlara dönük uygulamalarında milim fark olmadığı açıkça gözüküyor. Bu yönüyle sermaye iktidarının eski ve yeni efendilerinden ne samimi bir özrün, ne de kalıcı bir barışın veya dostluğun gelmeyeceği açık. Türkiye proletaryası, kapitalist egemenlerin ezilen halkları Türkleştirme ve Sünnileştirme politikasına sistemli olarak karşı koymadıkça, kendisine vurulmuş sömürü ve zulüm zincirlerini kıramaz.
Dersim’e yapılanların özrü, Dersim’in telafisi ve yeni Dersim facialarının yaşanmaması için yapılması gereken, bir an önce bu akıl dışı işbirlikçi sermaye iktidarının sonlanmasından başka bir şey olamaz.